Ali Aktaş

Milli Görüş’ün Kendini Var Eden Tarih Ve Sosyoloji İle Restleşmesi: Fe Eyne Tezhebun?

(Yazıyı PDF olarak burdan indirebilirsiniz; ümran dergisi mayıs 2023 sayısı-43-49[1])

Türkiye’de tartışılan her meselenin içinde az ya da çok muhakkak İslama dair meseleler vardır ve var olmaya da devam edecektir. Siyasetin bugünkü durumunu tahlil etmek için önce bu hakkı teslim etmemiz gerekmektedir. Cumhuriyet devrinin başlangıcından bugüne demokrasi mücadelesinin merkezinde İslam’ın nerede konumlandırılacağı meselesi en önemli tartışma alanı olagelmiştir. Hatta özellikle ‘çok partili dönemin demokrasi mücadelesi İslam’ın ne olacağı mücadelesidir’ desek abartmış olmayız. Bu hususu tarihsel verilerle ortaya koymaya çalışacağım.

14 Mayıs seçimleri, helalleşme çağrıları, içiçe geçmiş ideolojik bloklar ve yeniden tavır alışlarla bugün net olarak nereye gittiğine dair yeterli tanımlama ve kavramsallaştırma yapamadığımız bir siyaset dünyamız var. Henüz canlı olmasından ötürü içinde yaşadığımız süreç için tam bir anlama ve analiz yapma imkanından mahrum olsak da tarihe bakıp bugünü ve yarını görmemiz mümkün. Zira millet buradadır, coğrafya ve tarih bu aziz millete her dem hatırlatmaktadır. Kimsin sen, nesin, nereden geldin ve nereye gidiyorsun? Hatırla! Ve asla unutma!

OSMANLI’DAN MİRAS KALAN DÜŞÜNCE İKİLİĞİ

Ernest Renan’ın 29 Mart 1883’te Sorbon Üniversitesinde “İslam ve Bilim” başlığıyla verdiği konferansta ileri sürdüğü “İslam, terakkiye manidir” tezine bizde Namık Kemal başta olmak üzere Alemi İslam’da mütefekkirlerimizin bir kısmı cevap verdiler. Kendi içimizde “terakki edelim ama İslam kalmak kaydıyla” diyenlere muhalif batıcı, dönem şartlarına göre seküler ve pozitivist bir akım da vardı.

Şehid Sadrazam Said Halim Paşa’nın külliyatından ve sair dönem mütefekkirlerine dair okumalarımızdan anlıyoruz ki II. Meşrutiyet döneminde düşünce dünyamız “maruz kaldığımız sorunların Batılılaşarak mı çözüleceği yoksa İslam’ı kimi zaman merkezine kimi zaman da yedeğine alarak ama her halükarda kendi tarihi imkanlarımızla mı çözüleceği” tartışması etrafında deveran etti.

Balkan Harbi bozgunu sonucu çıplak ayaklarımızla sürüldüğümüz yeşil sancaklı yurdumuzdan çıkartılmamızın ardından imparatorlukları parçalayan I. Cihan Harbi ile karşılaştık. Ardından Ankara’dan yayınlanan “Âlem-i İslam’a Beyanname”ler ile İslam Alemini “Hilafet-i mukaddese-i İslamiyenin makarrı itilâsı”nı kurtarmak için cihad ve yardıma çağıran İstiklal Savaşımızı yaptık. Hatırlarsanız bu savaşı Hacı Bayram’da kıldığımız Cuma namazı sonrası, Kur’an-ı Kerim ve Buhari Şerif hatimleriyle açtık. Ve Meclisin kürsü ardı duvarında Şûrâ suresinin 38. ayetinde geçen ve “Onlar işlerini istişare ile yürütürler” anlamına gelen “Ve emruhum şûrâ beynehüm” kelâmı asılıydı. Kullanılan dil ve üyeleri itibariyle ilk meclis, Osmanlı meclislerinden bile daha dindar ve hatta daha İslamcıydı.

1924 SONRASI TEKLEŞTİRİLEN FİKİR VE SİYASET DÜNYAMIZ

Fakat Halk Fırkası kadroları Kurtuluş Savaşı’nın akabinde savaş sürecindeki İslami söylemi ve tavrı bir kenara bırakarak Batılılaşma temayülü gösterdi. Öyle ki bu temayül sert kanunlarla tahkim edildi, milletin değerleri ile çatışır bir vaziyet aldı. Bu süreçte CHP, 1924’te “Türkiye’yi İslam Medeniyet Dairesinin dışına çıkartan parti” olarak 1946’ya kadar millet hafızasını tüm çabalarına rağmen resetleyemedi; kendisi İslami kültür ve düşünce geleneğine yabancılaştığı halde millete radikal batıcı ve pozitivist zihniyetini enjekte edemedi. Bu zoraki endokrinasyon sürecinde iki önemli muhalif duruşla da sınandı. Biri Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasıdır ki zorla kapatılmış ve kimi kurucuları başka gerekçeli tasfiye davalarında idamla yargılanmışlardır.

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası programında yer alan özellikle “Fırka, efkâr ve itikadat-ı diniyyeye hürmetkardır” bölümü ve sair hususlar partinin kapatılmasına yol açmıştır. Nitekim Mustafa Kemal Paşa, Nutuk’ta ‘“Parti, dinî düşünce ve inançlara saygılıdır’ ilkesini bayrak olarak eline alan kimselerden iyi niyet beklenebilir miydi?” diyerek onlar hakkındaki esas görüşünü ifade etmiştir. Oysa TCF, şahıs ve zümre hâkimiyetine dayanmayan, liberal, hürriyetçi bir cumhuriyet programı ve Türkiye tasavvuru olan bir partiydi.

Tek parti dönemi CHP’sinin ikinci sınanması kontrollü kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkasıdır. Ki kurulur kurulmaz halkın büyük ilgisi ile karşılanmış Ahmet Ağaoğlu’nun aktarımıyla İzmir Mitingi sırasında meydana gelen olaylarda Jandarma kurşunuyla ölen 14 yaşındaki oğlunu Fethi Bey’in ayaklarının dibine atan bir adam şöyle seslenmiştir; ‘İşte size bir kurban, başkalarını da veririz. Yalnız sen bizi kurtar.” Okyar’a tevecchün anlamı şuydu: 8 yıl önce Yunan’dan kurtulan İzmir şimdi CHP’den kurtulmak istiyordu.

Bütün bunlar İslam’ı paranteze alan, mazisini yok sayarak yeni bir yapay tarih var etmeye çalışan 1924 sonrasının radikal batıcı devrimleriyle toplumu bambaşka bir ruha ve şekle sokacaklarını düşünenlere karşı millet hafızasının canlı, istekli ve ilk fırsatta kendi ruhunun aslına döneceğinin işaretleriydi.

ZORAKİ DEMOKRATİKLEŞME VE DİNİ UYANIŞIN TOPRAĞI YARMASI

Araya çok zorlu 2. Cihan Harbi girdi. İsmet Paşa büyük bir maharetle Türkiye’yi savaşın dışında tutmayı başardı. Savaş sonrası Avrupa’da faşist idarelerin yıkılması, diktatörlüklerin yok olması, Sovyet tehdidi, Ordunun herhangi bir büyük savaşı yürütecek teçhizattan mahrum olması, dış güvenlik ihtiyacı Türkiye’yi çok partili hayata geçmeye mecbur etti. İçeriden bir grup bir takrir ile sonu Demokrat Parti’nin kuruluşuna yol açan süreci başlattı.

Ve biz nerdeyse çeyrek asır sonra yeniden seçim yapmaya başladık. 1946 seçimleri hala tartışılan hileli seçimler olarak siyasal tarihimizin kırılma noktalarından birini oluşturdu. Görüldü ki Anadolu fikren ve zihnen ayaktadır, milletin kendi inanç ve tarihiyle bağı hala sıcaktır. Millet talep etmektedir. Demokrasi, milletin kendi değerlerini talep etmesi ile sonuçlanmaktadır.

Demokrat Parti’nin 1946’da aldığı sonuçla ve bu parti etrafında oluşan milli ve dini heyecan ile beraber millet hafızası ve vicdanının yeniden talepkâr olduğunun ortaya çıkması CHP’nin 1947 Kurultay’ında laiklik, din, din eğitimi gibi konularda konuşulup reformcu öneriler getirilmek zorunda kalınmasına yol açtı. Bu da herhalde bu partinin tarihinde 1924 sonrasının ilk büyük kırılması olarak kayda geçmiş olsa gerektir. Dindarları ve taleplerini bugüne kadar “karşı devrimci/lik” olarak yaftalayan parti esasen 1924’te gerçekleştirdiği kendi karşı devrimine karşı halkın taleplerine yaklaşma zarureti hissediyordu.

CHP’NİN 1947 DİNDARLARLA HELALLEŞME KURULTAYI VE DEJAVU

CHP’nin 7. Kurultay’ı kimi delege tarafından “mevcut şekilleri ve hazır kalıpları tarihe gömerek” demokrasinin inşasını sağlayacağı şeklinde değerlendirildi. Kurultay’da parti programındaki laiklik tanımındaki İslam’ın yabancı bir kültür olarak sayılması anlamına gelen bölüm çıkartılmış, o güne kadar uygulanan din karşıtı politikaların gevşetilmesi istenmiş, okullara din dersinin konulması, imam yetiştirilmesi, hacca gitmek isteyenlere döviz verilmesi gibi yeni politikalar geliştirilmiştir. Osmanlı padişah türbelerinin açılması, Diyanet İşleri Teşkilatının imkânlarının genişletilmesi, el konulan dini vakıfların mallarının Diyanet’e verilmesi gibi bazıları bugün bile ileri adımlar sayılacak hususların kimi delege tarafından ifade edildiğini kaydedelim.

Velhasıl 1947’de CHP, 1950 seçimlerini kazanmak için “helalleşme” hamlesi başlatmıştır. Lakin millet İslam hususunda mazisi problemli CHP’nin 1947’de başlattığı “helalleşme” politikalarına pirim vermemiş, İslam Tarihi Profesörü olan Şemsettin Günaltay’ın 1949’da Başbakan yapılması da yeterli gelmemiştir. Şemsettin Günaltay, CHP’nin muhafazakâr seçmen kitlesini 1950 seçimleri için geri kazanmaya yönelik seçim yatırımıydı. Onun başbakanlığı döneminde 1949’da İmam-Hatip kursları açılmış ve Ankara Üniversitesi bünyesinde İlâhiyat Fakültesi kurulmuştur.

YETER SÖZ İSLAMINDIR

CHP’nin “helalleşme” merkezli ve İslam’ı kapattıkları hapishaneden sınırlı olarak tahliye eden çabalarına halk itibar etmemiş ve 1950’de “inanca özgürlük” vaat eden Demokrat Parti’yi ezici çoğunlukla iktidara getirmiştir. Onun ilk icraatlarından biri ezanın evrensel asli halinde okunmasını yasaklayan kanunu değiştirmek olmuştur. Demokrat Parti liderliği “Millete mal olmamış, millet vicdanına değirmen taşı ağırlığıyla çökmüş olan bazı tedbirleri ortadan kaldıracağız” demiş ve bunu da kısmen tatbik etmiştir.

Din eğitimine büyük darbe vuran bir dönemin ardından iktidara gelen Merhum Menderes “… Müslüman çocuğu, dinini öğrenmek gibi pek tabi haktan mahrum edilmemek icap eder. Böyle mahrumiyet ve imkânsızlık vicdan hürriyetine uygundur, denilemez. Bu itibarla, orta mekteplerimize din dersleri koymak yerinde bir tedbir olacaktır. Dinsiz bir milletin payidar olabileceğine inanmıyoruz…” diyerek memlekette yeniden din eğitimin yaygınlaşmasını sağlayan adımları atmıştır. DP iktidarı, İmam-Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam Enstitüsü gibi okulların faaliyetlerine özel önem vermiştir.

CHP sözcülerinin bu dönemde, İmam-Hatip okullarının ilk açılışının kendi iktidarları döneminde olduğunu söyleyip DP’yi dini siyasete alet etmekle suçlamaları Türk siyasal yaşamının değişmeyen repliklerinden biri olarak bugüne kadar varlığını sürdürmüştür. CHP’nin eleştirilerine karşılık veren Başbakan Menderes’in “Ankara’nın yeni kısmını
inşa ederken, ‘Mabedsiz şehir inşaa ettik’ diye iftihar edenlerin, kullanılmayan camilerin satılması hakkında kanun çıkartanların bugün İmamHatip okullarını biz açtık” diyerek Türk milletinin teveccühünü kazanmaya çalışmalarının düşündürücü olduğunu ifade etmesi de memlekette 1924 sonrası yaşanan türbülansın izahı gibidir.

ŞAPKADAN TAVŞAN ÇIKTI; MEĞER CHP HİÇ DEĞİŞMEMİŞ

1950 sonrası gördük ki CHP sekter laik bir yapıda devam ediyordu. DP’ye karşı muhalefetinde onu “irticayı kışkırtmakla” suçlayan dile doğru eviriliyordu. Hatta bu yolda Atatürk’ü kullanmaya kalkıyorlardı. Bunda Atatürkçülük üzerinden Menderes iktidarını mahkum etmek niyetleri vardı. Bir de tabi zinde kuvvetlerin ve 1924 sonrasının model eğitiminin ürünü genç kuşakları kışkırtma çabası.

1959’da TBMM’de konuşan İsmet İnönü şöyle demişti “Arkadaşlar, şartlar tamam olduğunda ihtilal, milletler için meşru bir haktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam!”

Ve nihayet CHP’lilerin deyimiyle “karşı devrimci DP”nin devrilmesi için 1960 İhtilali yapıldı. Menderes ve iki bakanı idam edildi. DP’liler çeşitli sürelerle hapis ve siyaset yasağı cezası ile cezalandırıldılar. Ve 1961 Anayasasıyla memleket askeri vesayet rejimi ile tanıştı.

ORDUNUN VESAYETİNDEKİ GÜDÜMLÜ DEMORASİ DÖNEMİ

Milli Nizam Partisi kurucularından Hasan Aksay hatıratında çok genç yaşta AP Milletvekili iken yaşadıklarından da söz etmektedir. Ali Fuat Başgil’in Cumhurbaşkanlığı adaylığının engellemesinden bahsettikten sonra Meclis’in geceleri Genelkurmay binası tarafından ateşlenen otomatik silahlarla tarandığını anlatır. Böylece ihtilal ile birlikte en son 15 Temmuz’da bombalanan Meclis’in silahla tacizine 1960 ile 2016 arasında bolca şahitlik edeceğimiz bir döneme girmiş olduk.

Milletinin öz değerlerine yabancılaşmayan aydınlarımızdan birisi olan Başgil, ihtilal sonrası seçim için Cumhurbaşkanlığı adaylığını ilan etmiştir. Milli Birlik Komitesi üyelerinden General Sıktı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından Başbakanlığa görüşme için davet edildiğinde “Seçildiğiniz anda Cumhurbaşkanı töreni için toplarınız atılmayacaktır. Sizi Cumhurbaşkanlığı arabası alıp Köşk’e götürmeyecek, aksine bir cipe bindirilerek Etlik’e götürüleceksiniz; orada yeriniz hazırlanmıştır. Belki de Etlik’te gömülebilirsiniz. Cemal Gürsel Paşa’nın karşısında başka bir adaylığa asla müsaade edemeyiz. Kabul etmezseniz sizin hayatınızı garanti edemeyiz. Ayrıca bununla da kalmayacak. Meclis açılmadan dağılacak, seçimler iptal edilecek, partiler kapatılacak ve askeri idare devam ettirilecektir. Siz bir hukukçu olarak bu neticeyi istemezsiniz sanırım.” diyerek tehdit edilmiş ve İsviçre’ye gönüllü (!) sürgüne gönderilmiştir. AP’nin yüzde 52 ile kazandığı 1965 seçimlerinde İstanbul Milletvekili seçilmişse de 1967’de vefat etmiştir.

İlginçtir Ali Fuat Başgil’in Ekim 1961’de Cumhurbaşkanı adaylığı için geldiği Ankara’da yanında olanlardan biri de Necmettin Erbakan’dır. Hakkını yemeyelim hatıralardan Süleyman Demirel’in de orda olduğunu, Başgil hocanın tehditle vazgeçirilmesi üzerine umutsuzluğa kapıldığını ama Erbakan hocanın ‘yarına kadar başka aday bulmaya çalışalım’ dediğini okuyoruz. Anılarda Hocanın yılgınlık göstermeyen tabiatını 35 yaşında bile görme imkanı buluyoruz.

Erbakan hoca bir süre sonra siyasete atılacaktır. Başgil’in ölümle tehdit edilerek Cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçirildiği günlerden tam 8 yıl sonra yine bir Ekim ayında 1969’da Bağımsız Milletvekili olarak Meclis’e girecektir. Akabinde 1971 muhtırası ile partisi kapatılacak ve o da Başgil gibi İsviçre’ye gönüllü (!) sürgüne gitmek zorunda kalacaktır.

HAK YOL İSLAM YAZACAĞIZ : MİLLİ NİZAM/MİLLİ SELAMET

Çok ilginçtir ki Anayasa Mahkemesinin Milli Nizam Partisi’ni kapatma gerekçesinin (https://www.anayasa.gov.tr/files/pdf/kararlar_dergisi/kd_09.pdf) hüküm kısmında Erbakan Hocanın “İslam ve İlim” kitabının içeriği, din hürriyetine dair yaptığı konuşmalar, Ortak Pazar’a (bugün AB) karşı sözleri ile “Herkes duyacak bilecek, Saklanmaz gayri bu gerçek, Yaprak yaprak çiçek çiçek, Tek yol islâm yazacağız” sözlerini de ihtiva eden Milli Nizam Marşı kapatma nedenleri olarak sayılmıştır.

İslam ve İlim kitabını yirmili yaşlarımın başında, ikinci kısmına tarihe büyük buluşlarıyla geçen İslam alimlerinin kısa hayat hikayelerini de ekleyerek on bin adet bastırıp dağıtmayı hayal etmiş ve metni bilgisayara aktarmış biri olarak şu an bu yazıyı yazarken fark ediyorum ki 1883’te “İslam terakkiye manidir” diyen Ernest Renan’a karşı İslam’ı Namık Kemal ve Alemi İslam’daki münevverler nasıl müdafaa etmişlerse yaklaşık bir asra yakın zaman sonra Prof. Necmettin Erbakan aynı müdafaayı yapmış ve lakin sistem hala Renan etkisinden, pozitivizmden, dine ve kendi milletinin kültürüne yabancılaşmaktan kurtulamamış.

İşte Milli Görüş bu şartlar altında kurumsallaştı ve siyaset sahnesine atıldı. 1974’te bir yandan AP’nin büyük koalisyona razı olmaması, bir yandan İnönü’yü genel başkanlığından ve hatta CHP’den istifa ettirerek oturduğu CHP Genel Başkanlığı koltuğunda ilk seçim başarısını kazanmış olan Ecevit’in kendini ispat gayreti, bir yandan da 1971 muhtırası sonucu MNP’nin kapatılmasıyla sistem tarafından gayrimeşru görülen MSP hareketinin meşrulaşma ihtiyacı CHP-MSP Hükümetini doğurmuştur.

Bu hükumet programına “manevi kalkınma” bir hedef olarak konulmuş, Diyanet İşleri Başkanlığının güçlendirilmesi yazılmış, CHP’ye 1949 sonrasında bir kez daha İmam hatip Okullarının açtırılması da geçmişteki DP zorlaması yerine bu kez ortak olarak MSP’lilere nasip olmuştur.

Bu hükumet işbaşında iken vaktiyle adada İngiliz egemenliğini bitiren 1960 tarihli Londra-Zürih anlaşmaları uyarınca kurulan Kıbrıs Cumhuriyetini dağıtacak ve soykırıma yol açabilecek Sampson Darbesi gerçekleşmiştir. Bunu üzerine TSK’nın 1964 yılından beri hazırlayıp geliştirdiği ve kimi sivil memur görünümlü askeri görevlilerle de adada tahkimat ve direnme güçleri oluşturduğu planın son aşamasında geçilmiş ve MGK kararıyla Kıbrıs çıkartması yapılmıştır.

Ecevit ise bunu fırsat bilerek “Kıbrıs Fatihi” markasıyla gideceği bir seçimde MSP’ye ihtiyaç duymaksızın tek başına hükumet kuracağını düşünmüş ve koalisyonu bozmuştur. Saadet Partisi tepe yönetiminin bugün “helalleşmek istediğini söyleyen CHP’ye” oy vermeyi ve Kılıçdaroğlu’nu Cumhurbaşkanı yapmayı kararlaştırdıktan sonra tabanlarını ikna etmek için kullandıkları argüman olan MSP-CHP hükumeti bu fırsatçıkla bozulmuştur. Bugün de ilk fırsatta Saadet, Gelecek ve Deva üçlüsüne kapıyı göstereceklerini tarihsel realite açıkça ortaya koymaktadır

28 ŞUBAT VE SEKTER LAİKÇİLERİN BİN YIL RÜYALARI

1980 İhtilali sonrası kurulan Refah Partisi 1983 Milletvekili Genel Seçimlerine askeri rejimin vetosu nedeniyle giremedi. 1984 yerel seçimlerinde varlık gösteren RP, 1989 yerel seçimlerinde 5 il belediyesi kazanarak barajın hemen altında konumlandı. 1991’te mütedeyyin, muhafazakâr çevrelerin yoğun baskısıyla kurulan ve o dönem kamuoyunda “kutsal ittifak” adı takılan RP-MÇP-IDP İttifakıyla barajı patlatarak Meclise girdi ve 4 yıl boyunca fırtına gibi esti. İttifak dönemi muhafazakâr ve milliyetçi kesimde öylesine bir değişim ve heyecan üretmişti ki şehrimizde “ittifak” adlı bir kırtasiyenin bile açıldığını hatırlıyorum. Lakin Meclise girer girmez ittifak dağıldı.

1992 ara seçimi ve özellikle 1994 yerel seçimleri refahın iktidarını müjdelerken Cezayir’de merhum Abbas Medeni’nin kurduğu İslami Selamet Cephesinin büyük başarısı sonrasında yapılan darbe Türkiye’nin gündemine oturuverdi. Artık sekter laiklerin gündemi “Refah gelecek ve Türkiye Cezayir olacak” idi. Onlardan “Fundemantalizm” diye bir kavramı öğrendi genç dimağlarımız. Gariptir, sonradan ortağımız olacak Tansu Çiller Avrupa’ya gidip bizi işaret ederek “Fundemantelistlere karşı beni destekleyin” diyordu. Herkes bizden korkuyordu. “Türkiye İran olacak” diyorlardı. “Kahrolsun şeriat” diyorlardı. Deniz kenarında haşema ile denize giren öğrencilerin fotoğrafları çekiliyor gazeteler “şeriat kampı” diye haberleştiriyorlardı. “Silahlı irtica kampları” haberleri okuyor ve şaşırıyorduk. Öyle ya neredeydi bu kamplar ve silahlar? Afgan cihadının videolarını izlemiş, kahraman liderlerini ezberlemiş; yeni başlayan savaş nedeniyle bazı abileri Bosna Hersek’e gitmiş genç çocuklar olarak belki bizde silah kullanmayı öğrenirdik. Hepsi yalandı tabi. Laikler toplumu korkutuyor ve bize karşı kışkırtıyordu. İslam her gün hakarete uğranılan bir kimlik idi toplumumuzda.

Lakin yaptıkları hiçbir şey bu milletin özünü durdurmaya yetmedi ve Refah Partisi 1995 seçimlerinde 158 vekil kazanarak birinci parti oldu. Önce iktidarı vermek istemediler. ANAYOL Hükumeti kuruldu. Zaten aralarında anlaşamıyorlardı AYM’nin güvensizlik kararı tuz biber oldu, ayrıldılar. Erbakan hoca Mesut Yılmaz ile pazarlığa oturdu. Yılmaz, askerin engellemesiyle son anda hükumet kurmaktan vazgeçti. Mecburen Tansu Hanımla hükumet kuruldu.

Tarihin garip cilvelerinden biridir; 1995 seçimlerinde ANAP’ın listesi muhafazakâr ağırlıklı; DYP’nin listesi ise liberal, laik ağırlıklı idi. Biraz da bu nedenle olsa gerek REFAHYOL döneminde askerin presine dayanamadılar ve Tansu hanımın “Tabanımı tutamıyorum” sızlanmaları arasında DYP’den istifa ettiler. Hükumet güvenoyu sınırını rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu ve arkadaşları sayesinde tutabiliyordu. Zira her ay bir gensoru ile sarsılıyordu Refahyol. Şeytan kovalamaktan abdest almaya fırsat bırakmak istemediler.

Sonra tanklar Sincan’da yürüdü. 28 Şubat MGK’sı hiç bitmeyecek gibi uzun sürdü. Genç yüreklerimiz isyan ve teenni arasında sarsılırken Refah Partisi kapatıldı. Hocanın Bursa’dan sesi işitildi; “Olay aslında tarihin akışı içerisinde fevkalade basit bir olaydır. Bundan dolayı huzuru, sükûneti muhafazaya her zamandan fazla riayet etmeliyiz”

Hoca devam ediyordu; “Refah Partisi ve onun davası bu kararlardan zerre kadar etkilenmez. Daha önce de ifade etmiştim. Bu kararlardan bir tek sonuç çıkar. O da Refah inancının tek başına iktidarıdır.” Bu konuşmanın yapılmasının üzerinden 4 yıl geçti ve Refah Partisi içinde yetişen Milli Görüş’ün ikinci kuşağı tek başına iktidara geldi ve 21 yıldır bu hallerini muhafaza ediyorlar.

BİZİ VAR EDEN SOSYOLOJİYE DÜŞMANLIK EDEREK VAR OLABİLİR MİYİZ?

Demokrat Parti’yi var eden sosyoloji; Turgut Özal’ı Cumhurbaşkanı yapan ve ilk kez Cumhurbaşkanı forslu bir arabanın Cuma namazı için camiye yanaştığını görerek Allah’a hamd eden sosyoloji; Refah Partisini iktidara taşıyıp Ali Fuat Başgil’in yanındaki 35 yaşındaki genç Necmettin Erbakan’ı 71 yaşında başbakan yapan sosyoloji inat ve ısrarla yürüttüğü fikri takip ile AK Parti’yi iktidara taşıdı.

“Bin yıl sürecek” dedikleri 28 Şubat Sürecini işte bu sosyoloji sokağa çıkmadan, demokrasi içinde ve kendisine verilen seçme imkanını kullanarak tarihe havale etti. AK Parti’nin ilk dönemi askeri vesayet rejimine karşı AB’ye yanaşan; ABD ile beraber iş tutan; özelleştirme uygulamaları ile “babalar gibi satarım” diyen eski MSP’li yeni neoliberal; fikri olarak çerçevesiz diliyle mazisindekileri takip etmeyeceğini söyleyerek kendini güvene almaya çalışan neo-islamcı bir görüntünün altında geçti. Üstelik devlet içinde ittifak ettiği grupların paralel bir yapı kurarak tarihimizin en kanlı darbesi ile çok ağır toplumsal yıkıma yol açmalarına sebebiyet verdiler. Geçmişe dair bazı ağır kusurları var.

ERDOĞAN’IN MİLLİ GÖRÜŞÜ VE 2012 SONRASI İKTİDAR TECRÜBESİ

2012 sonrasında ise farklı bir AK Parti ve Erdoğan ile karşı karşıyayız. Erdoğan “Eski Milli Görüş’ün” çoğu hedeflerini gerçekleştirdi; Eski Milli Görüş “Manevi Kalkınma Hamlesi” ile İmam Hatipler ve Kur’an Kursları açmak mücadelesi verdi. Erdoğan istemediğin kadar İHL ve Kur’an kursu açtı. Eski Milli Görüş’ Ayasofya açılacak’ dedi; Erdoğan açtı. Eski Milli Görüş ‘başörtüye özgürlük’ dedi. Erdoğan başörtülü vali bile atadı. Eski Mili Görüş ‘dindarlar da kamuda görev alsın’ dedi. Erdoğan dindarlara kamuda adaletsiz ayrıcalık bile tanıdı.

Erdoğan 1960 sonrasında kurulan askeri vesayet rejimini bitirdi. Tasfiye sırasındaki ortaklıkları sorunluydu ve hala onlardan mütevellit başımıza bela meselelerle uğraşıyoruz ama Menderes’in idamı ile seçimle işbaşına gelenlere sınır çizen bu rejim bekçiliğini demokratik dizgine alınması başlı başına tarihi bir başarıdır. Sonuçta dalgalı denizden demokrasi gemisini salim bir limana taşıdı.

Örnekler çoğaltılabilir. Peki bu noktada Milli Görüş’ün temsilcisi olduğu iddiası ile siyasi varlığını sürdürmeye çalışan Saadet Partisi ne yaptı, ne yapıyor?

SAADET, GELECEK, DEVA’NIN HARAKİRİSİ

Gelinen noktada bugün Saadet Partisi, kendi logosu ile bile seçime giremiyor. CHP logosu altında 3’ü garanti 6’sı kuşkulu, diğerleri seçilmesi mümkün olmayan sıralardan 24 adayı var. İslamcı Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Gelecek Partisi’nin 3’ü; 1968’deki ilk başörtüsü mağduru Hatice Babacan’ın yeğeni Ali Babacan’ın Deva’sının ise 5’i garanti sıradan milletvekili adayları var. Üçünün de CHP listelerinden seçime girmek haricinde bir ortak noktaları daha var; Erdoğan nefreti.

Bu üçlü bugün kendilerini var eden sosyolojiye karşı harp pozisyonu almış durumdalar. Teşbihte hata olmasın -İslamcı ve seküler ağırlıklı nüfusları nedeniyle örnek veriyorum- bizim üçlü Kadıköy’e geçip Fatih’i bombalıyor ve üstelik bunu yaparken de Fatih ahalisinden oy istiyorlar.

Oysa Türkiye’nin şu anlattığımız 100 yıllık sürecin sonunda mevcut iktidara karşı bu iktidarı üreten sosyolojinin arınma ihtiyacını karşılayacak ve yeni iktidarı üretecek bir muhalefete ihtiyacı vardı. Ve bu muhalefet asla Söğütözü’ndeki CHP Genel Merkezi değildi.

Düşünsenize; 28 Şubat Sürecinde başörtülü polis hayal edemezdik bugün başörtülü vali bile var. Ve hatta gereğinden fazla imam hatip açıldığından şikayet ediliyor. Anayasa değişiklikleriyle siyasi partiler de AYM tarafından öyle kolayca kapatılamıyor. Bu 3 mesele 28 Şubat’ın ana konularıydı. Gelinen noktada bugünkü iktidara oy veren muhafazakâr, dindar ve milliyetçi seçmenin bu tarihsel belleği üzerinden akabileceği yeni bir muhalefet odağı üretmek yerine bu hafızanın aksine hareket ederek o seçmenin dağılacağını ve Saadet, Gelecek ve Deva’ya oy vereceğini ummak akıllara seza bir durumdur ki son anketlerin mutabık kaldığı konulardan birisi de bu üç partinin toplan oyunun %2 bandını aşamadığıdır.

Biz tuttuk Türkiye’nin aktığı sosyo-kültürel aksın tersi istikametine kendimizi CHP hapishanesine bağladık. Özellikle yukarıda anlatmaya çalıştığımız 1950 sonrasının değişim çizgisini adım adım izleyip memleketin nereye doğru gittiğini anlamak zor değildi. 2018’de yapılanın ikinci tekrarı trajedi olabilirdi. Olacak da. Çok söyledik ama dinlemediler.

Bu da doğal seçmen tabanlarımızla aramızda sosyolojik yarılma üretti. Şu an yapılan şey anlatmaya çalıştığımız tarihi akışa ihanet olarak algılanacak ve asla affedilmeyecekler. Çünkü sandıklarının aksine tarihin şahitliği önünde rahatlıkla şunu ifade edebiliriz; restorasyon seküler aks üzerinden gerçekleştirilemez. Türkiye’de son 21 yılın arttırdığı seküler gerilim seküler bir iktidar tecrübesi ile aşılamaz. Bu ancak sekülerlerle dindarlar arasındaki güven bunalımını aşacak bir fikri yenilenme ile gerçekleşebilir. Bunu yapması gereken de bu ülkenin muhafazakar-dindar ana omurgasıdır. Yapmamız gerekense seküler gerilimi berkiterek çoğaltan süreci durdurmak ve o kesime biriken seçmen eğilimini ana mütedeyin/muhafazakar/milliyetçi omurga içine taşınıp eritilebilir hale getirmektir.

Mevcut seküler gerilimin yaşayacağı iktidar tecrübesinin Türkiye’nin bütünleşmesine değil geçmişte yaşadığımız türden ayrışma tekrarlarına yol açacağı kesin. Türkiye’nin iktidarı doğuran sosyolojinin kendi içinden yeni bir toparlanma merkezine ihtiyacı vardı.

Saadet, Gelecek, Deva ve hatta Yeniden Refah ile HüdaPar bu iç çözümsüzlüğü “cumhurbaşkanı adayı göstermeyen bir üçüncü ittifak” formülüyle aşabilirlerdi. Bu taktik bir yandan cumhurbaşkanı seçim gerilimine ortak olmamalarını sağlar diğer yandan da kendilerini var eden sosyolojinin aksi istikametteki bir adaya oy istemek aczine ve de kendilerini var eden sosyolojiye karşı neredeyse “Niyet ettim Allah rızası için CHP’yi iktidar yapmaya!” anlamına gelecek seviyeye düşmelerine engel olurdu.

Şahsen ben henüz çocuk denilecek yaşta 1992 yılı Refah Partisi Ajandama 1989’da kazandığımız beş il belediyesi başkanının isimlerinin baş harflerinden “FATİH” akrostişi not etmiş, Türkiye’nin son 30 yıllık İslamcılık tecrübesini acısı ve tatlısıyla yaşamış biri olarak asla CHP’ye ve Kılıçdaroğlu’na oy vermem. Tarih önünde gelecek kuşaklarımıza mahcup olacak bu işe herhangi bir kimsenin ortak olmasına gönlüm rıza göstermemektedir.

Ali Aktaş, 18.04.2023

Ali Aktaş

Ahlak, Adalet, Özgürlük, Ekmek için çalışacağız. Eş, Baba, Oğul, Kardeş, Avukat.

Yorum Ekle